Dil ailesindeki yeri

“Filolojik eğitimin amacı, gençlerin ruhunu gerçek olanla ilişkili hale getirmektir.” [1] Ülkemizin yetiştirdiği ilk klasik filologlardan olan Suat Sinanoğlu[2] böyle diyor. Ülkemizde Eskiçağ dilleri ve kültürleri kapsamında bu amaca yönelik ilk adımı, Klasik Filoloji bölümünün Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde kurulmasında görüyoruz.[3] Burada amaç, zorunluluğa dönüşmüş durumdadır; zira yine Suat Sinanoğlu’nun bildirdiği gibi, Klasik Filoloji ile öbür filolojiler arasında bir öz farkı vardır; bu fark, Klasik Filoloji’nin incelediği evrenin en somut insancıllıkla dolup taşan eserlerden yana zengin olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklanmaktadır.[4] O halde Klasik Filoloji eğitiminin başlaması ve yaygınlaştırılması, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Memleketimizi asrîleştirmek istiyoruz”[5] sözüyle dile gelen yönelimin bir ayağını oluşturur.

Burada bilimsel yöntemi, yetiştiği kaynaktan yani batının kendisinden almak kaçınılmaz olmuştur. Prof. Dr. Bedia Demiriş’in[6] bildirdiği gibi, İ.S. 6. yüzyıla kadar geçen zaman dilimi içinde yazılmış Grekçe ve Latince eserler üzerinde çalışan bu bölüm, gerek İstanbul gerekse Ankara Üniversitesi’nde başlangıçta Anadolu tarihinin araştırılmasına yardımcı olmak amacıyla ilkin “Klasik Filoloji”, sonraları Yunan Dili ve Edebiyatı, Latin Dili ve Edebiyatı adları altında olmak üzere iki ayrı bilim dalı olarak kurulmuş; zamanla Avrupa üniversitelerindeki aynı adlı bilim dalları örneğince kendini geliştirmiş ve çalışmalarını yürütmüştür.[7] Bu, Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’ın şu kabulüne uygundur: “Batılı ülkelerin düzeyine, onların gittiği yoldan ve uyguladıkları yöntemle ulaşıldığını artık bilmemiz gerekmektedir.”[8]

Macit Gökberk’in de belirttiği gibi, çağdaş kültürü belirleyen baş-özellik ‘teknik’ ise o halde bugünün batılı insanının davranış ve değerleyişlerini anlamak için tekniğin ne olduğunu, ne yaptığını, ne getirdiğini, daha neleri getirmek yolunu açtığı konularında bir aydınlığa ulaşmak mutlaka gereklidir.[9] Aynı söylemi Klasik Filoloji kapsamında -daha da açımlanmış bir şekilde- Prof. Dr. Müzehher Erim’in kaleminden okuruz: “Batı nasıl ilerlemiş ve bugünkü uygarlık düzeyine ulaşmıştır? İşte biz de çağdaş uygarlığa erişmek istiyorsak, bu neden ve nasıl sorularını kökten araştırmalıyız. Batı uygarlığını dıştan görüldüğü gibi almak -örneğin yalnızca köprü, baraj, yol, gökdelen olarak; sadece otomobil, uçak ya da televizyon vb. şeyler olarak görmek, bunlara sahip olunca uygar olduğumuzu sanmak- boş bir hayalden başka bir şey değildir. Yalnızca taklit etmekten ve yüzeyde kalmaya mahkûm, boşuna birtakım çabalar olmaktan ileri gidemez. İşte klâsik eğitimin amacı bu, Batı'yı Batı yapan temel prensipleri inceleyip öğretmektir. Çağdaş uygarlığı anlayabilmek için bunları iyice öğrenmemiz gerek.”[10]

Prof. Dr. Prof. Dr. Güler Çelgin’in de bildirdiği gibi, kökünde insana, onun erdem ve değerlerine, özgür düşünceye gösterilen saygının yattığı antik kültürün, batı uygarlığının yaratılıp şekillendirilmesindeki rolü bugün artık herkes tarafından çok iyi bilinmektedir. [11] Gerçekten de burada dile geldiği şekliyle, antik dünya ile modern batı dünyası arasındaki öz bağlantısı o kadar güçlüdür ki, doğuşunun ve gelişim tarihinin incelenmesini gerektiren her sorunun çözümlenmesi için gösterilen ciddi çabada her defasında antik dünya karşımıza kaynağın başı olarak çıkmaktadır.[12] Örneğin edebiyat açısından bakalım: Prof. Dr. Güler Çelgin’in ifadesiyle söylersek, bir bütün oluşturan iki edebiyatın (Yunan ve Latin) ürünlerinin batı dillerine aktarılması birçok modern Avrupalı yazara gerek form, gerekse konu bakımından büyük bir esin kaynağı olmuş, böylece yeni şaheserlerin yaratılmasında rol oynamıştır.[13] Hatta geçmişle bugün arasındaki bu öz bağlantısı aynı zamanda batılı düşünce geleneğinin geleceğini de yakından ilgilendirir. Jacques Le Goff, bu “dün, bugün ve yarın” bağlantısını şu sözlerle dile getirir: “Eski çağdan, hatta tarih öncesinden bu yana Avrupa’yı tam da sahip olduğu bu bütünlük ve çeşitlilik nedeniyle bu denli zengin bir kültürle donatan, olağanüstü bir yaratıcılık geliştirmesine olanak sağlayan bu miras, geleceğinin de dayanak noktası olmalıdır.” [14]

O halde Klasik Filoloji disiplini, yüzyıllar öncesinin metinlerini kuru kuruya incelemekle yetinmez; onları, ‘sonraki yüzyılların çiçekleri’ diyebileceğimiz metinlerin ve düşün temellerinin tomurcukları olarak görüp bu süreci, kültürel çeşitlilikler ve evrensel değerler açısından anlamlı kılmaya çabalar.

Batının düşün dünyasında “filoloji” kavramının içerdiği farklı anlamlar, spesifik olarak yapılan bir alt bölümlemede “Klasik Filoloji” üzerine atfedilecek anlamları da gösterebilir; zira Suat Sinanoğlu’nun aktardığı gibi, filoloji başından itibaren sonsuz bir saygınlık görmüştür.[15] Belgeleri araştıran ve inceleyen, bu sayede de alegorik yorumun hayalci açıklamalarına son veren bir bilim niteliğinde görülmüş; belli olan’ın (certum) bilimi olarak yorumlanmış; bütünü görme olan felsefe ile birlikte insan tanımasının oluşmasına yardım eden bir bilim olarak değerlendirilmiş; somutu inceleyen bilim olarak soyutlama olan felsefeden bile üstündür denmiş; yalnızca tek tek olayların incelenmesi ile ilgilenen tarihten de üstün olduğu ileri sürülmüş; kimilerine göreyse filoloji çalışmaları, bir ulusun uygarlıkta eriştiği düzeyin simgesi olmuştur. [16] Yine Suat Sinanoğlu’nun bildirdiği gibi, filoloji somutlukla insancıl olana nüfuz etmek isteyen bir tanıma biçimidir; filolojinin, araştırmasını yapabileceği en geniş alan bireyin ruhudur. O halde filoloji her şeyden önce bir tanıma biçimidir; ayrıca bu tanıma biçimi, öbürlerinden büsbütün farklıdır. Filoloji, insanların manevi etkinliklerinin somut ürünlerini doğrudan doğruya tanımadır; manevi ürünler de genellikle yaratılan eserlerde oluştuğuna göre denebilir ki filoloji sanat, hukuk, felsefe, bilim vb. eserlerinin incelenmesi ve tanınmasıdır.[17]

Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in deyimiyle söylersek; filoloji çalışmasında mükemmele yakın bir Latince bilgisi (ve tabi ki Yunanca bilgisi) yanında; bu kültürün ana damarları olan tarih, hukuk, edebiyat, felsefe ve din katmanına dört bir yandan hâkim olmanın da gerekliliği aşikârdır. [18] Aslına bakılırsa üzerinde çalışılan antik kültür kapsamında burada sayılan unsurları; tarihi, hukuku, edebiyatı, felsefeyi ve dini bilmeden Latinceyi ya da Yunancayı “mükemmele yakın” bir şekilde bilmek de mümkün değildir. Çünkü dil, insana özgüdür; insan da kültürün odak noktasıdır; o halde dili layıkıyla bilmek kültürü bilmekten geçer. Kuru kuruya metin çevirisinin her hâlükârda bir filoloji çalışması olmadığı açıktır; filolog bir nevi üzerinde çalıştığı dili ve o dilde yazılmış metni bereketli su kaynağı olarak alıp, onun etrafındaki fazladan edinimlerin de bilincinde olur. Aynı zamanda tersine, çevredeki verilerden yararlanıp asıl kaynağa yani dile ve metne ulaşabilir. O halde Prof. Dr. Bedia Demiriş’in de bildirdiği gibi, filoloji okunmasında ve anlaşılmasında güçlükler ortaya koyan metinleri çözebilmek için birçok bilim dalından yardım almak zorundadır. Filoloji, edebiyat ile dilbilimin birlikte çalıştıkları, birbirlerini tamamladıkları, birbirlerinden ayrılmadıkları bilim kollarıdır. İnceleme konusu olan metinlerin toplanması, okunması; yazmaların betimlenmesi; metnin birden çok kopyası varsa, bunların karşılaştırılması, eleştirilmesi, sınıflandırılması ve yayınlanması; anlamı değişmiş ya da unutulmuş kelimelerin, deyimlerin açıklanması; tarih olaylarına, inanç ve törelere ilişkin ifadelerin açıklanması; söz konusu metnin nerede, ne zaman yazıldığının araştırılması; içerik ve biçim bakımından bağlantılı olduğu ya da kaynak olarak kullandığı başka eserler varsa, onların belirlenmesi; eserin sanat değerinin incelenmesi (yapı, üslup, söz sanatları bakımından özelliklerinin gösterilmesi); edebiyat dışındaki insani bilimlerle ilgisi varsa, bu noktaya dikkat çekilmesi; düşünce tarihi bakımından değerlendirilmesi filolojinin görevleridir.[19]

Prof. Dr. Bülent İplikçioğlu şöyle der: “Her türlü bilimsel çalışmanın ‘öğretilebilir’ ve ‘öğrenilebilir’; her türlü bilimsel sonucun ise, ‘yeniden elde edilebilir’ ve ‘denetlenebilir’ olmak zorunda bulunması, her türlü tarihsel gözlem ve teşhisin başlangıcında ‘kaynak bilgisi’ni zorunlu kılmaktadır. Eski-batı yani Hellen-Roma tarih araştırmalarının kaynak bilgisini ise Eski Hellen ve Roma dünyasından günümüze kalan mirasın tümü oluşturmaktadır.”[20] O halde bu eserlerin Türkçeye kazandırılması, hem bu alanlarda çalışacak olanlar hem de geniş ölçüde okuyucular için ayrı ayrı anlamlar ifade eder. Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından, İsmet İnönü, Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel önderliğinde gerçekleştirilen batı klasiklerinin Türkçeye tercüme edilmesi kapsamında şunları söylemiştir: “Eski Yunanlılardan beri milletlerin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheserleri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktır. Edebiyatımızda, sanatlarımızda ve fikirlerimizde istediğimiz yüksekliği ve genişliği bol yardımcı vasıtalar içinde yetişmiş olanlardan beklemek, tabii yoldur. Bu sebeple tercüme külliyatının kültürümüze büyük hizmetler yapacağına inanıyoruz.” (1.8.1941)

İsmet İnönü’nün bu inancı, dönemin Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Hasan Ali Yücel’in, bu tercümelerin başına konan sunuş yazısında kendini şöyle gösterir:

“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi; zekâ ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet dâvamız için müessir bellemekteyiz. Zekâsının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işliyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüphanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet âleminde daha yüksek bir idrak seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dikkatli bir surette idare etmektir, Türk irfanının en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektedir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine şükranla duyguluyum. Onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tercüme kütüphanemiz olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük faydayı düşünüp de şimdiden tercüme faaaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okuru için mümkün olamıyacaktır.” (23 Haziran 1941)

Cumhuriyetimizin 75. yılı vesilesiyle dönemin Kültür Bakanı M. İstemihan Talay’ın, Prof. Dr. Müzehher Erim’in T.C. Kültür Bakanlığı Dünya Edebiyatı dizisinden çıkan (Dizi No:17) “İşte Şair Catullus” başlıklı çalışmasının önsözüne yazmış olduğu sunuş yazısındaki ifadelerine bakarsak aynı heyecanın sürdürülmesi gerekliliği ortaya çıkar: “Hasan-Âli Yücel’in başlattığı ‘Tercüme Büroları’ geleneğini, Cumhuriyetimizin 75. yılı vesilesiyle yeniden canlandırmaktan ayrı bir mutluluk duyuyorum. Batı edebiyatının önemli eserlerinin Türkçeye yeniden kazandırılması konusunda kararlılığımız sürecektir.”[21]

Genel temenninin neticesi olarak bilançoyu Vedat Günyol’un kaleminden okuyalım: “Uygar dünyanın eski ve yeni düşünce ürünlerini kendi dilimize çevirme isteği, bir ölçüde gerçekleşti sayılabilir. Bu amaçla kurulan Tercüme Bürosu’nun iyi niyetli çabasıyla, beş altı yıl sürekli olarak, irili ufaklı, iyisi kötüsünü gölgede bırakacak nitelikte beşer yüz yapıt kültüre susamış Türk okuyucularına sunuldu.”[22] Azra Erhat ise Tercüme Bürosu’nun çalışmalarını daha büyük bir şevkle anlatmıştır: “… Klasikler, ister Yunan, ister Latin, Arap, Hint, Fransız, Rus, İngiliz ya da Alman, Klasikler çevrilecekti Türkçeye, dile gelecekti Türkçe olarak. Çünkü bu adamlar (çevirmenler) mühim adamlardı, büyük dilci idi ve Türkiye dünya klasiklerine inanmış, dünya klasiklerine bel bağlamıştı kendi kültürünü ve dilini bir düzeye, klasik diyeceğim bir düzeye getirmek için. Çok yıllar sonra, Almanya’nın Bad Godesberg şehrinde Uluslar arası Çevirmenler Birliği bir toplantı yapmış. Bu toplantıda Hasan Ali Yücel yok artık, Bedrettin Tuncel bulunmuş, o anlatmış, ama Yücel yazıyor Cumhuriyet Gazetesinde (10 Eylül 1959): Birlik Başkanı, ünlü bir Fransız yazar ve çevirmeni kalkmış ve Türkiye’deki tercüme faaliyetine değinerek ‘Türkiye bir tercüme cennetidir’ demiş. Bu nasıl bir cennetti ve neden cennetti, onu anlatmaya çalışacağım. İstatistik bilgiler kimi zaman bir anlam vermez, kimi zaman da bir gerçeği apaçık ortaya çıkarmaya yarar. Yücel'in yu-karda sözünü ettiğim yazısında şu sayılar veriliyor devlet eliyle Türkçeye çevirtilip yayınlanan tercüme eserleri için: 1940: 10, 1941: 13, 1942: 28. 1943: 71, 1944: 103, 1945: 129, 1946: 165; ondan sonra duraklama, gerileme, çünkü Yücel bakanlıktan ayrılmış ve Tercüme Bürosunun ilk kadrosu dağılmıştır, ama çeviriler sürüp gidiyor gene de ve 1958'de toplam 965 sayısını buluyor. On sekiz yılda bine yakın eser, klasik eser Türkçeye çevrilmiş ve devlet eliyle basılmış, yayınlanmış. Ne var ki bu sayılardan çok daha anlamlı, çok daha somut ve çarpıcı bir kanıt 1940 yıllarından bu yana hemen her aydının evinde o güzelim beyaz kitaplardan koca koca kitaplıklar kurulduğudur. Bunlar gerçekten klasik niteliğe ermiş çevirilerdir, çünkü bir yandan dünya klasiklerini içeriyor, bir yandan da Türkiye'de gerçek çeviri ve gerçek kitap kavramını ortaya koyarak, bu alanda klasik denebilecek bir temel atıyor, bir geleneğin doğup yaşamasına öncü oluyordu.”[23]

Bu yeni geleneğin doğumuyla birlikte düşünce yaşamı yeni bir deneyimle zenginleşiyordu. Suat Sinanoğlu’nun aktardığı gibi bu deneyim, batılı toplumlarda görülmeyen çok değişik koşulların insanlara kazandırdığı bir deneyimdir; bugünkü değerler sistemini kendi tarihinin birikiminden çıkarmaktan çok, özel durumunun zoru ile deneyimini bilinçli olarak yaşayan ve muhakemesini kullanarak değerlendiren bir toplumun deneyimidir.[24] Bu deneyimde Tercüme Bürosu’nun, Tercüme Dergisi’nin ve Klasikler çevirilerinin rolünü Azra Erhat şu şekilde dile getirmiştir: “(Bunlar) Türkiye’de bir çığır açmıştır… Bu çığır kültür ve edebiyatımızda yenilik getirmekle, dilimizi biçimlendirmekle kalmadı, yayın hayatımızı da bir düzene soktu, bilimde metne ve somut gerçeğe dayanılmasına yol açtı, dünya düşünü, yazını ve sanatı ile alış verişe koydu Türk aydınını ve sanatçısını. Yazara ve okura bir kitap ahlakı aşıladı. Sağladığı faydalar ve değerler sonsuzdur. Açtığı yoldan yürüyoruz, daha da yürüyeceğiz.”[25]

Suat Yakup Baydur’un kendi zamanındaki en önemli kültür olayı olarak gördüğü bu tercüme çalışmaları sonucunda ortaya çıkan eserler, Thukydides’in deyimiyle, “ktema es aiei” yani “hep kalan bir mal” niteliği taşımaktadır.[26]

Kuşkusuz bu tercüme faaliyetleriyle Yunan / Latin dilleri ve kültürleri konusunda bilinçlenme eskisine nazaran daha sağlam olmuştur. Bilinçlenmiş / kültürlü insan, Vedat Günyol’un anladığı ve aktardığı ölçüde her şeyi bilen değil, her şeyi anlama yetisine ulaşan[27] olduğundan; bu tercümelerin, gerçek klasik filologların gözünden kaçması mümkün olmayan kimi noksanlıkları bulunsa da, kendilerinden sonraki ‘daha yetkin’ / ‘doğru’ tercümelerin ve yorumların önünü açtıkları aşikârdır. Zira Yunanca ve Latince yazılmış eserlerin, -çoğu kere asıl dillerinden değil de, onlarla Türkçe arasına gerilmiş ikincil ‘köprü’ dillerden yapılan- tercümeleri vasıtasıyla, en azından bu dillere vâkıf olmayan entelektüellerin ve komşu bilim dallarından akademisyenlerin mevcut kültürlere dair bir fikir edinebilmesi sağlanmıştır.[28] Ayrıca tercüme bahsinde, S. Y. Baydur’un kaleminde şu şekilde beliren ‘ilke edinimi’ de önemlidir: “…Tercümelerin kontrolden geçirilmesinin bir ilke olarak kabullenilmesi bu dikkati gösterir. Bu tercümelerden okullar için özellikle elverişli olanlar açıklamalar ve giriş ile donatılarak ‘okul klasikleri’ adı altında ayrı bir seride toplanarak öğretmenlerle öğrencilerin faydalanmasına sunulmuştur.”[29] Kuşkusuz bu edinimin ardındaki yetişmiş insan gücüne; çevirmenlere, yorumlayanlara, düzeltmenlere haklarının teslim edilmesi gerekiyor; zira bir temenni, hedefe doğru uygun taşıyıcıların yokluğunda hiçbir anlam ifade etmez. S. Y. Baydur şöyle aktarıyor: “Milli Eğitim Bakanlığı’nın adı geçen çevirmeler kitaplığını bütün bu gelişmelerin çerçevesi içinde ve Türkiye’nin batı kültürünü daha geniş çevrelerce kavranılır kılmak için attığı büyük bir adım olarak görmek gerekir. 1941-42 yıllarında böyle bir adımın atılabilmesini sağlayacak unsurlar hazırdı: Tahsilini Avrupa’da yaparak üniversitelerde öğretim üyesi olan gençlerin sayısı ile bunların yetiştirdikleri öğrencilerin sayısı böyle bir çevirme çalışmasını başarıyla yürütecek kadar kuvvetlenmişti.”[30]

Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in deyimiyle edebiyatımızda çeviri ırmağına, Yunan ve Latin klasiklerinin belli bir program çerçevesinde katılması ve ilk ciddi örneklerinin yayımlanması, dönemin Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel’in girişimiyle kurulan ve 28 Şubat 1940 yılında ilk toplantısını gerçekleştiren Tercüme Bürosu’nun yoğun çalışmaları sayesinde olmuş ve diğer dünya klasiklerinin yanında Yunanca ve Latince klasikler de dilimizde bizimle sohbete başlamıştır.[31] S. Y. Baydur başlayan bu ‘sohbet’in Yunanca ayağını yıl yıl aktarır:

1941: Sophokles (1- Kral Oidipus, 2- Philoktetes, 3- Trakhis kadınları, 4- Elektra, 5- Antigone, 6- Aias, 7- Oidipus Kolonos'ta).
1942: Platon (1- Kriton, 2- Lakhes, 3- Lysis, 4- Kritias, 5- Menon, 6- Alkibiades, 7- Apologia, 8- İon, 9- Euthyphron).
1943: a. Platon (1- Phaidon, 2- Theages, 3- Rakipler, 4- Sofistes, 5- Protagoras, 6- Küçük Hippias, 7- Philebos, 8- İkinci Alkibiados, 9- Hippias ile Kleitophon, 10- Minos, 11- Epinomis, 12- Timaios, 13- Phaidros, 14- Mektuplar),
b. Euripides (1- Herakles, 2- Hekabe, 3- Alkestis, 4- Medeia, 5- Elektra),
c. Aristoteles (1 - Atinalıların devleti).

1944: a. Platon (I- Kratylos, 2- Meneksenoz, 3- Devlet adamı, 4- Devlet III),
b. Euripides (Bakkhalar),
c. Ksenophon (Anabasis),
d. Lukianos (Seçme I ve II),
e. Aristoteles (Politika 1-3),

1945: a. Platon (1- Theaitetos, 2- Euthydemos),
b. Euripides (1- Helene, 2- İphigeneia Aulis'te),
c. Arrianos (İskender'in Anabasis'i I),
d. Solon (Şiirler),
e. Plutarkhos (1- Hayatlar XXI: Lysandros - Sulla; Hayatlar VI: Perikles - Fabius),
f. Aiskyhlos (Agamemnon),
g. Aisopos (Masallar).

1946: a. Platon (Devlet IV. Kitap),
b. Aristophanes (Kurbağalar).

1947: a. Aristophanes (Barış),
b. Aristoteles (Organon I ve II), 1948: Hesiodos (İşler).

1949: a. Euripides (Hippolytos),
b. Lukianos (Seçme III),
c. Arrianos (İskender'in Anabasis'i II. kısım),
d. Theokritos (Çoban şiirleri I), 1950: Aristoteles (Organon III).

1951: Aristoteles (Organon IV). [32]

Beri yandan yine bu dönemde Tansu Açık’ın “Yunan Latin Edebiyatlarında Bilançoya Doğru” başlıklı makalesinde de [33] geçtiği gibi, çeşitli dergilerde bir dizi yazı, makale ve çeviri yayınlanmıştır. Bu da, dönemin yaşadığı hareketliliği gözler önüne serer. Bu çalışmaların bir kısmını Tansu Açık’ın kaleminden okuyalım:

“Haftalık edebiyat, düşün dergisi Oluş 1939 yılında yayımlanır; sonraları tercüme bürosunda çalışacak birçok ismi barındırır: Faik Dranaz'ın ‘Parmenides Destanı’ (sayı 25) ilginç bir serimlemedir; N. Ş. Kösemihal Croiset'den Platon'un Protagoras'ının tamamını çevirir (sayı 2-19); Yunan söylenlerini (mitos) öyküleyen P. Audiat’nın ‘Tanrılar Zamanında Grek Dünyası’ adlı uzun yazısını İ. H. Ertaylan arasında aktarır (sayı 7-21), bu çeviri dizisinin yine aynı yazarın öykülediği ilerde yayımlayacakları ‘İliada’ya bir başlangıç olarak yayımlandığı belirtilir, bu çeviri çıkmayacağı gibi, yine haberi verilen Strabon'un Anadolu’su M. N. Özön'ün otuzaltı sayı çıkarabildiği bu dergide yayımlanmaz. Yine M. N. Özön’ün 1938-1939 yıllarında çıkarttığı aylık Kalem dergisinde H. Sayron’un ‘Şekspir ve Grek Trajedisi’ (sayı 5); H. Örs'ün Diogenes Laertios'dan çevirdiği ‘Xenophon'un Hayatı’ (sayı 5, 8); S. Ertem'in ‘Epikür ve Yeni Zaman İnsanı’ (sayı 10) yazılarına rastlanır. Kendi şiirlerinde geniş ölçüde Yunan söylenlerini kullanmasıyla dikkati çeken Salih Zeki Aktay, 1939 yılı Hayat dergisinde iki sayı (Mart, Nisan-Mayıs) Euripides'den ‘Aulis'de Ifıgenia’ parçaları çevirir, Çınaraltı dergisinde de (sayı 100, 1943) ‘İphigenia Tauris'te’ üzerine yazar. Şerif Hulusi [Kurbanoğlu] Horace'tan ‘Şiir San'atı’nı geniş notlarla çevirir (Ülkü, sayı, 97, 98, 99, 1941). Döneminin nitelikli dergisi İnsan'da Theokritos'tan ‘Büyücü Kadınlar’ (sayı 14, 1941), ‘Anakreontik Şiir’ -aslında şiirler olmalı- (sayı 14), Aristys'den ‘Mahrem Konuşma’ (sayı 15-17) çevirileri görünür; çevirilerini Yunanca'dan yapan O. K., Hamle dergisindeki (sayı 1, 1940) Theokritos'un ‘‘Hasat Bayramı ‘Thalysia’’’yı eski Yunanca'dan onlarca notla birlikte çeviren Oktay Kazanlı ile aynı kişi olmalı, ancak bu imzaya da bir daha bu bağlamda rastlanmaması da şaşırtıcıdır, olasılıkla yine bir takma ad karşısındayız.

Varlık dergisinde 1938-1941 yıllarında sık sık Yunan edebiyatına rastlanır: kaynakçada yalnızca ilk ikisi yer alan (491,492) Kral Oidipus çevirisinin üçüncüsünde (sayı 204, 1942) metni Yunancadan Silve Mayopulos'un çevirip uyarlamasını Cevdet Kudret Solok’un yaptığını öğreniriz; N. Ş. Kösemihal dokuz sayı boyunca Platon'un ‘Laches’inin çevirisini yayımlar (sayı 187-193, 195, 196, 1941) - kaynakçada yalnızca 188. 189. sayıların künyesi var. Cemil Sena Ongun, Lange'nin ‘Materialisme Tarihinden’ iktibas ettiğini belirttiği bir dizi yazıda 1937, 1938 yıllarında Yunan, Roma felsefecileri üzerine denemeler yazar. Felsefe tarihçisi C. S. Ongun ayrıca 1938-1939 yıllarında Çığır dergisinde Platon üzerine birçok yazı, 1940 yılında Yeni İnsanlık dergisinde (sayı 1, 2) Anaksagoras ile Pythagoras üzerine de yazmıştır. Dergilerde 1939-1942 yıllarında ilk kez geniş çeviri tartışılan, eleştirileri görünür; aşağıda anacaklarımızın hepsi de ayrıntılı eleştirilerinde Yunanca’ya dayanarak akıl yürütür: Varlık'ta Y.N. Nayır'ın ‘Odise Tercümesi’ (sayı 218, 1942) ile bu konularda o sıralar çok düşünce üretmiş olan TDK dilbilgisi kolbaşkanı, Odüsseia’nın Yunanca’dan ilk eksiksiz çevirmeni A. C. Emre'nin ‘Klasik Tercümeler İçin Tenkit Ölçüleri’ ( sayı 220, 1942); Yücel dergisinde de Avni Candar'ın C. Arıkdemir'in ‘İlyada Tercümesi’ (sayı 64, 1940) ile Suat Sinanoğlu'nun Avni Candar'ın ‘İliada Tercümesi’ (sayı 77, 1941). Bu bağlamda ayrıca Tercüme dergisinden şu yazıları ekleyelim: Nusret Hızır ‘Eflatun Tercümeleri’ (sayı 17, 1943, s. 344-347); A. Erhat ‘Yunan-Latin Klasikleri’ (sayı 28, 1944, s.317-319); H. Calp ‘Lukianos'dan Çeviriler’ (sayı 59, 1955, s.74-84). Ayrıca A. Kadir, A. Erhat'ın Homeros çevirisinin ilk cilti üzerine ender eleştirilerden ‘İlyada’yı (Kim dergisi, sayı 17, 1958) anabiliriz; yazı imzasızdır, ancak o köşede Tahir Alangu yazmaktadır, yazıdaki Köroğlu, Oğuzlama, Türk destanı göndermeleri yazarın T. Alangu olduğunu düşündürüyor. Necip Alsan ‘Yunan Hümanizması’ (Küçük Dergi, sayı 2, 1952) yazısında klasik çağ öncesi Yunan düşünce, toplumsal tarihine derme çatma yargılarla değinir. Suat Yakup Baydur ‘Dilimiz ve Yunan-Latin Asıllı Kelimeler’ incelemesinde (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1953, s. 93-121) yazım, sesletim sorunlarına bir düzen getirmeğe girişir.

Humanizma toplantılarıyla, manifestolarıyla (sayı 61) 1940 yılında yeni bir atılıma giren Yücel dergisi döneminin en çok satan, etkili dergilerinden biri olmuştur. Orhan Burian Bedrettin Tuncel'in Tiyatro Tarihi kitabından yola çıkarak eski Yunan tiyatrosu üzerine bir dizi yazıda derli toplu bilgiler verir, Aiskhülos'un kimi tragedyalarının olay örgüsünü aktarır (sayı 34-43, 1937-8). Yine Yücel dergisinden şu yazıları sıralayabiliriz: A. Pope'dan kısacık ‘Homer ve Virjil’ (sayı 14, 1936); B. Ergin ‘Ezop ve Hayatı’ (sayı 51, 1939) ; Samim Sinanoğlu'nun Ovidius'tan ‘Orpheus ve Euridice’ çevirisi (sayı 76, 1941); Nilüfer Bayar'ın geniş kapsamlı ‘Helene Efsanesi Euripides Tarafından Nasıl Kullanıldı’ (sayı 111, 1946); yetersiz bir özetleme olan Ender Esenkova'nın ‘Lucretius ve Atom’ (sayı 113, 1946); H. Dizdaroğlu'nun S. Y. Baydur'un çevirdiği bir kitap üzerine ‘Mitoloji Üzerine Bir Eser’ (sayı 129-31, 1947); E. Barker'dan çeviri ‘Eflâtun'u Niçin Okuyoruz’ (yeni dizi sayı 3, 1950); Hasan Âli Yücel'in bir dizi felsefe yazısı ‘Eflatun'un Kurtuluşu’ (yeni dizi sayı 7, 1956), ‘Aristoteles Dinsiz miydi?’ (yeni dizi sayı 8, 1956), ‘Epikuros'un Bahçesinde’ (yeni dizi sayı 9, 1956); A. Erhat'ın ‘‘ ‘Şölen’ Üstüne’’ yazısı (yeni dizi sayı 7, 1956). O yılların nitelikli yazın dergisi Yürüyüşten de Aristofanes çevirmeni Nevzat Hatko'nun ‘Eski Yunan Komedyası’ (sayı 7-8, 1942) ile Hüsamettin Bozok'un ‘Yunan Kültürü Üzerinde Serbest Düşünceler’ (sayı 9, 1942) yazılarını anabiliriz. Bu yıllardan iki kitap ekleyebiliriz: Ezop'tan Masallar, çev. S. Adıyaman, Köy ve Eğitimi Yayınları, 1957; yalnız tıbba ilişkin olmayıp bir dünya görüşü de sergilemesinden ötürü Hippocrate’ın Aphorizmaları, çev. F. Nafiz Uzluk, Ankara, 1962.”[34]

Macit Gökberk’in deyimiyle bin yıldan çok bir zaman içinde gelişmiş ve kendine yer edinmiş İslam Kültür Çevresinden Avrupa Kültür Çevresi’ne geçişimiz sarsıntılı olmuştur. [35] Kuşkusuz bu, dillerin öğretimi konusunda da geçerlidir. Avrupa dilleri kendilerini öz değerleri ile örnekle, kendi içlerine kapalı birer bireylik olmuştur. Ancak bunları birbirine bağlayan bir köprü de vardır: bu da Yunanca ile Latincedir.[36] Avrupa kültürünü taşıyan temellerden biri, Klasik Antik Çağ’ın kültürün türlü alanlarında ortaya koymuş olduğu gerçekleştirmelerdir. Yeni Avrupa kültürü felsefesinin biliminin, sanat ve edebiyatının kökleri, ilk örnekleri Yunanlardadır; devlet ve hukuk yapısı Romalılardan gelir. Yunanlarla Romalıların yaratmış oldukları kültür içeriklerini dile getiren terimler sistemini, ulusal kültürlerini bu yaratmalar üzerine geliştirmiş olan yeni Avrupalı uluslar da benimsemişlerdir. Bu yüzden eski Yunanca ile Latince, ulusal dilleri ile birbirinden kopmuş olan Avrupalı aydınları yeniden birbirlerine bağlayan bir bağ kurmuştur. İşte, kendi öz formlarını bulmak yanında, antik temel, Avrupa dillerinin ikinci karakteristikidir. [37] O halde bu dillerin önemi özellikle de Renaissance’ta ve sonrasında yeni Avrupalıların onlara yüklediği anlamlarla daha iyi değerlendirebiliriz. Bu kapsamda Armand Mattelart şöyle diyor: “Avrupalı bilincini taşıyan ilklerden olan Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği, halkları birbirine karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır. Yalnızca Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı için, evrensel sıfatını hak eder.”[38] James Ferguson’a göre Latince yazma düşüncesi her daim kendine yandaş bulmuştur. Bir yazarın ana dili kabaysa, sertse; seslendirmede melodik değilse; anlamı aktarmada yetersizse, doğal olarak daha iyi bir dil bulmaya çalışacaktır.[39] Latince, işte aranıp da bulunan bu dildir. Latince uzunca bir süre evrensel bir dil olmuştur. J. Ferguson’ın ifadesine bakalım: “Latinceyle aktarılan ne varsa, aydınlanmış uluslardaki (“more enlightened nations of the world”) aydınlar (“literati”) derhal anlamaktaydı. Bir aciliyet durumunda, Latince metinler aydın olmayanlar da anlayabilsin diye yerel dillere çevrilirdi. Işık kaynağı (“light”) bu yüzden yukarı kaldırılır, ışığını daha uzaklara ve daha fazla yayabilsin diye. Bu ışıkla, en uzak ülkeler de kendi meşalelerini (“torches”) yakabilir (“illume”); parlaklıklarını en uzak ve en karanlık köşelere saçabilirler. Fakat ışık kaynağı, sadece bir ülkeye görünecek şekilde yerleştirilirse; onun aydınlatıcılığına kesin bir şekilde ket vurulmuş ve o, ilk çıktığı yerin sınırları içinde bırakılmış olur. Bunun gibi Latince yazmak da bilimden elde edilen kazancı / bilimsel edinimi (“acquisition of science”) Avrupa çapında, büyük ölçüde yaymak ve paylaştırmak anlamına geliyordu.”[40]

Latince yazan kişi, sadece eserinin (her tarafa) yayılmasını değil, aynı zamanda kalıcılığını da düşünmüş olur. Yapısını mermerden kurar; heykelini altından yapar; en nihayetinde “zaman”ın küçültemeyeceği ya da aşındıramayacağı bir değere ve sağlamlığa kavuşmuş olur. Oysa Dutch ya da Gal dilinde; hatta İngilizce bile yazsa; yazdıkları birkaç yüzyıl sonra, ahşap bir kulübe gibi, bozulmaya yüz tutacaktır.[41] İnsan aklının gelişimi, insanlar için tatları korumaya ne kadar bağlıdır, anlamaya çalışalım. Bu tatlar unutulduklarında, herkes cehalet gecesine ait karanlığın ne ölçüde gölge şeklinde dünyanın üzerinde olduğunu bilir. Bu tatlar gizlendikleri yerlerden çıkarıldıklarında ise olağanüstü, neşeli Güneş ufukta belirir; birden cehaletin karanlığını, batıl itikatın görünümlerini def eder. Özgürlük ve bilim, kafasını kaldırır; dinin kendisi, Yunanistan’ın ve Roma’nın kitaplarına olan büyük minnet borcundan utanmaz.[42]

İyi Latince yazan biri, ilgisini kendi ülkesinin en iyi örneklerine yönelterek onlardaki güzellikleri seçip taklit edebilme ve kendi dilinde de iyi yazabilme imkânına erişecektir. Kişi, büyük bir dikkatle ve ilgiyle Latince yazmalıdır; bu sayede doğruluk (“correctness”) alışkanlığı kazanacak; böylece herhangi bir dilde bir şey yazmaya kalkıştığında hata yapmayacaktır.[43]

Avrupa Yeniçağ'ında birçok üniversite, lise ve her alanda yeni eğitim kurumu kurulmuştu: Pforzheim'dan John Reuchlin; Rotterdam'dan Erasmus; Hutten'dan Ulrick gibi aydınlar ortaya çıkmıştı. Bunların ve benzerlerinin oluşturduğu yeni kültürün her temsilcisine Hümanist denmişti. Ülkedeki hümanistler birbirine bağlanıyordu. Latince, bütün bu eğitimli aydınların ortak diliydi; Latince yazılmış mektuplar paylaşılıyordu. [44] Avrupa uluslarının kendilerine ait edebiyatları etkin değildi; Latince tüm Avrupa boyunca sadece aydınlar için değil Hıristiyan kilisesi için de evrensel dildi.[45] Bu bütünlüğün etkilerinin ne kadar kalıcı olduğunu iyi anlamamız gerekiyor; zira Richard D. Chessick’in belirttiği gibi; günümüzün belki de en iddialı “evrensel dil” adayı İngilizce iletişime ve küresel kapitalizme oldukça uygundur. Ancak Latince gibi kültürel simgelerden oluşmamaktadır ya da bu faktör, onda, Latincedekiyle karşılaştırıldığında neredeyse bir hiçtir. Latince, Avrupa’nın üzerinde yüzyıllarca birleştirici bir unsur olmuştur. T. S. Eliot’un da bildirdiği gibi, Latince Avrupalıları bir nevi zamanın taşralılığından korumuştur. Latince, aydın düşüncenin ve kültürel çok yönlülüğün bereketli kaynağı olmuştur.[46] O halde başta Avrupa’ya ve Avrupalılağa ait olan Latincenin zamanla evrensel bir nitelik kazanmış olması kapsamında; Ömer Naci Soykan’ın da bildirdiği gibi, historisist görüş açısından, bizzat Avrupalı olmayan hiçbir ulus özellikle de ‘Aydınlanma’dan sonra artık bir daha hiçbir zaman Avrupalı olamayacağından[47], bu (Avrupalı olmayan ya da kendisini Avrupalı olarak görenler tarafından bu sınıfın içine dâhil edilmeyen) ulusların klasik çağ dilleri üzerinde çalışmasının da bir manası yokmuş gibi görünür. Oysa historisizmden ve dolayısıyla Avrupa-merkezci bakış açısından olabildiğince kendini uzaklaştırmış olan Avrupalı filozoflardan E. Husserl’in yaklaşımıyla coğrafi ya da haritasal olmayan anlamdan bir Avrupa’dan bahsedip[48] , en başından beri vurgulamaya çalıştığımız evrenselliği (evrensel değerler sistemini), Avrupa’da doğmuş olan Yunancanın ve Latincenin öğretimi yanında bu dillerin filolojik açıdan incelenmesiyle ilişkilendirebiliriz. Böylece başta belirttiğimiz gibi, Klasik Filoloji evrensel ölçüde “memleketin asrileştirilmesi” hedefinin önemli bir ayağı olur.

Üniversite kapsamında Prof. Dr. Müzehher Erim Klasik Filoloji’nin önemini şu şekilde gile getirir: “İşte Batı'nın hemen hemen her şeyini borçlu olduğu bu iki uygarlığı ele alan klâsik filolojiyi batılı-laşma yoluna giren Türkiye'de de eğitim alanına sokmak gereği anlaşılmıştı. Yaşayan Batı dillerini ve edebiyatlarını daha iyi anlayabilmek, Antikçağ tarihini daha iyi inceleyebilmek, yapılacak arke-olojik çalışmalarda (hele bizim ülkemiz gibi bir ülkede) daha doğru, daha nitelikli sonuçlar ortaya koyabilmek için de, Eski Yunanca ve Lâtince'nin öğretilmesi gerekiyordu. Tıp, eczacılık, dişhekimliği, botanik, zooloji v.b. pozitif bilimlerde ve hukuk eğitiminde bu iki dilden birinin yahut ikisinin birden bilinmesi gerektiği de tartışılmaz. Nitekim Batı üniversitelerinde modern filolojiler, arkeoloji, felsefe, hukuk ve yukarda saydığımız pozitif bilimlerin eğitimi için Eski Yunanca ve Lâtince bilmek şarttır. Kaldı ki biz bir zamanlar Bizans İmparatorluğu'na ait olan topraklar üzerinde yaşıyoruz. Bizans'la ilgili herhangi bir çalışma yapabilmek için Bizans Grekçesi ve Ortaçağ Lâtincesi bilmek; Bizans Grekçesi ve Ortaçağ Lâtincesini öğrenmek için de, Eski Yunanca ve Klâsik Lâtince bilmek şarttır. Topkapı Sarayı kitaplığında bulunan, bu dillerde yazılmış birçok el yazması, incelenmeyi beklemektedir. Demek ki İlkçağ ve Ortaçağ tarihi okuyanların, sanat tarihi (özellikle, Bizans sanatı tarihi) eğitimi görenlerin mutlaka bu iki eski dili öğrenmeleri gerekiyor...”[49]

Kuşkusuz bu öğrenimin bir üniversite aşaması olmalıydı. Prof. Dr. Müzehher Erim ülkemizde Klasik Filoloji bölümlerinin üniversitelerde kurulumunu şu şekilde anlatıyor: “Klâsik filoloji, Türkiye üniversitelerinde bir bölüm olarak ilk kez, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde kuruldu. Bu fakülte -ve diğer bazı fakültelerle konservatuvar- Ulu Önder Atatürk'ün emriyle kurulmuştur. Söz konusu fakülte 1935 yılının sonunda, birkaç bölüm olarak kurulu-yor. Bu arada, hocamız Hamit Dereli Avrupa'dan dönüyor. Orada öğrenim görürken Lâtince de öğrenmiştir. Gene Atatürk'ün öncülüğünde, Hamit Dereli'nin de teşvikiyle Klâsik Filoloji, Fransız Filolojisi'ne bağlı olarak kuruluyor (yıl 1936). On kadar öğrenci bu bölüme geçiyorlar. Hamit Dereli ve o sıralar İstanbul Üniversitesi'nden Ankara Üniversitesi'ne geçen Prof. Fazıl Nazmi Rükün da, yatılı öğrencilere Lâtince dersleri veriyorlar. 1936-37 ders yılında Alman hoca Prof. Dr. Georg Rohde geliyor ve böylece Yunanca dersleri de başlıyor. İstanbul'da Romanoloji (yani Fransız filolojisi) yapmış olan Azra Erhat 1937-38 ders yılında asistan olarak Dil-Tarih'te görev alıyor. Daha sonra da, Suat ve Samim Sinanoğlu kardeşler Dil-Tarih'ten mezun olduktan sonra asistan oluyorlar (Suat Sinanoğlu Eski Yunanca; Samim Sinanoğlu Lâtince elemanı olarak). 1950'lerde Prof. Rohde Almanya'ya dönüyor. Birkaç yıl sonra Suat Sinanoğlu profesör oluyor. 1959'da da, Samim Sinanoğlu profesörlüğe yükseltiliyor. 1960'ta Ankara'daki Klâsik Filoloji Bölümü ikiye bölünüyor; Yunan Dili ve Edebiyatı, Lâtin Dili ve Edebiyatı olarak. 1982'de YÖK Ankara'yı örnek alarak İstanbul'daki Klâsik Filoloji'yi de ikiye bölmüştür. Dünyanın hiçbir yerinde klâsik filoloji böyle yapay bir şekilde ikiye bölünmüş değildir; ayrılmaz bir bütündür (hatta Amerika'da, California'daki Berkeley Üniversitesi'nde Klâsik arkeoloji, İlkçağ tarihi ve İlkçağ felsefesi de Klâsik Filoloji Bölümü'ne ait dersler olarak programda ve aynı kat üzerinde yer almaktadır).

İstanbul'daki Klâsik Filoloji 1942-43 ders yılında, yalnızca Lâtince olarak başladı. Ben o sırada İngiliz Filolojisi'ne yazılmıştım. Dillere karşı büyük bir sevgim olduğundan Lâtince'yi yardımcı sertifika dersi olarak almaya başladım. Benden başka, Felsefe'den ve İngiliz Filolojisi'nden iki üç kişi daha vardı. Hocamız, Oxford Üniversitesi'nden ünlü Roma tarihçisi (ki sonradan kendisine "Sir" unvanı verildi) Prof. Ronald Syme idi. O sırada savaş olduğu için İngiliz üniversitelerinde pek öğrenci kalmamış, o da ülkemize gelmişti. O yıl ikinci sömestrde (yani 1943 başında) Prof. Syme bana "Burası artık bağımsız bir bölüm oldu. İngiliz Filolojisi'nden kaydını buraya nakletmek istemez misin?" dedi. Arnavutköy'deki Amerikan Koleji'nden gelmiş bir öğrenci olarak o zamanki İngiliz Filolojisi'nin programı beni tatmin etmekten uzaktı. Hocamız Prof. Halide Edib'in karşı çıkmasına ve "sömestr kaybedersin" şeklindeki uyarısına karşın, oradan ayrıldım. Prof. Syme'la dekana gittik ve konuştuk. Hiç sömestr kaybetmeden bu bölüme geçtim ve yeni bölümün ilk öğrencisi ben oldum. Prof. Syme ben dördüncü sınıftayken, 1945 yılı sonunda ayrıldı. 1943-44 ders yılı başında İrlandalı Prof. Oliver Davies geldi, onunla Eski Yunanca'ya başladık. 1944'te Cambridge'ten gelen George Ewart Bean, hem Eski Yunanca hem de Lâtince dersler vermeye başladı. Sonradan üniversitemizce "profesör" unvanına lâyık görülen George Bean uzun yıllar bizimle kaldı -70 yaşına kadar. Dünyaca ünlü bir epigrafist idi, Batı ve Güney Anadolu'yu karış karış taradı. Türkçe'yi çok iyi öğrenmişti, derslerini Türkçe verirdi. Emekli olup İngiltere'ye döndükten birkaç yıl sonra, 1977'de vefat etti. Bu arada, 1943'te Faruk Zeki Perek Lâtince hocası olarak; ondan bir yıl kadar sonra da Zafer Taşlıklıoğlu, Eski Yunanca hocası olarak Ankara Dil-Tarih'ten naklen aramıza katılıp ders vermeye başlamışlardı. Taşlıklıoğlu Ankara Dil-Tarih mezunuydu. Perek'se, Londra Üniversitesi King's College'da Lâtince öğrenimi görmüştü. 1945 yılında öğrenimimi bitirerek daha önceden Prof. Syme'ın önerdiği, fakültemiz dekanının da kabul ettiği gibi, bölümde asistan olarak kaldım. Syme'dan sonra bir süre, aslında Felsefe Bölümü'nde görevli olan, antik felsefe ve Eski Yunan filolojisi uzmanı Prof. Dr. Walther Kranz bölümümüzün başkanlığını yaptı. 1955'te Belçikalı Prof. Paul Moraux beş yıl için bölümümüze geldi. Gerek öğretim gerekse diğer etkinlikler onun zamanında yeni bir canlılık kazandı.”[50]

Buna göre Türk üniversitelerinde Klasik Filoloji bölümü 1983 yılında yürürlüğe giren 2547 sayılı yeni üniversiteler yasası hükümlerince bölüm ortadan kaldırılmış ve yeni düzenleme sonucunda Eski Yunan Dili ve Edebiyatı ve Latin Dili ve Edebiyatı bölümleri, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü çatısı altında, Hititoloji dalıyla birleştirilmiştir. Klasik Filoloji Kürsüsü’nün 1983 yılında çıkan YÖK yasasından önceki son başkanı ise Prof. Dr. Zafer Taşlıklıoğlu oldu. Anabilim Dalı olarak Latin Dili ve Edebiyatı’nın başkanlığını sırasıyla Prof. Dr. Prof. Dr. Müzehher Erim ve Prof. Dr. Erendiz Özbayoğlu yürüttü. Bu görevi Eski Yunan Dili ve Edebiyatı için Prof. Dr. Prof. Dr. Güler Çelgin; Latin Dili ve Edebiyatı içinse Prof. Dr. Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken sürdürmektedir. [51]


HUMANITAS YA DA HÜMANİZM

Humanitas ya da Hümanizm, “insanlık doğası, insanlık, beşeriyet, insancılık, sevecenlik” manalarına geliyor. İsmin en büyük atası homo, hominis ise “insan, insanoğlu, (çoğ.) toplum, halk, dünya” manalarında. “Homo-” kökünün de “toprak, kara, zemin, dünyevi mekân” manalarındaki humus, -i ismiyle alakalı olduğu düşünülüyor.[52] Buradan hareketle dünyevi oluş (earthly being) simgesi bütün insanları ve onlara dair ne varsa hepsini göstermiş oluyor. Humanitas’ın araştırılması da haliyle, insana dair ne varsa onun araştırılmasına dönüşüyor. İnsan; yani onu o yapan, diğer canlılardan ayıran her yönüyle insan; onu anlayabilmenin yolu ona dair tanıklıkların araştırılmasından geçiyor. Haliyle bu araştırmanın en büyük materyali de dil ve yazı. İnsanların konuştuğu dil, onların hem insanlıklarının hem de yaşamlarının bir aynası olarak kendini gösteriyor. Örneğin E. B. Condillac’ın verdiği örneğe bakalım: Latincede tarım tabirleri… birtakım soyluluk fikirlerini açığa vurur; bunun sebebi pek açık ve bellidir. Romalılar kendi imparatorluklarının temellerini atmış oldukları vakit henüz yalnız en zaruri olan sanatları biliyorlardı. Bu sanatlara, cumhuriyetin her üyesine bu sanatlarla uğraşmanın aynı derecede esas olması ölçüsünde itibar gösteriyorlardı; böylece, tarım ile tarımı öğreten kimseye aynı gözle bakmaya çok erkenden yatkınlaşıp alışılmıştı.[53] Burada dil yoluyla, tek tek insanların yaşam aynasından toplumun aynasına bir geçiş görüyoruz. O halde insana ait olan dilin araştırılması aynı zamanda toplumun da araştırılması demektir; tekrar etmekte fayda var: Dil ve yazı tanıklıkları insana dair ne varsa, onları bilebilmemizi sağlar. Renaissance’ta olan da bundan başka bir şey değildi; J. Michelet’in tabiriyle söylersek, Yeni Çağ’da görülen şey bir münakaşa olmaktan uzak, büyük bir ailenin dağılmış uzuvlarının bir kucaklaşması, bir tanışması idi, modern Avrupa, anası olan eski devri tekrar görüyor ve onun kolları arasına atılıyordu. [54] Bu atılma, Yunan ve Latin dillerinde verilmiş eski ürünlere, yani yukarıdaki söylemimize uyarlarsak, eski insanlara ve onların her açıdan insanlıklarına yönelikti; onları tanıma ve ön plana alma uğraşıydı.

Ülkemizde de Humanitas’ın yani İnsancı düşüncenin anlaşılabilmesi; daha da önemlisi insan tanıklığı olan metinlere ve oradan tüm kültür yaşantımıza nüfuz edebilmesi için Yunan ve Latin dilleri yanında bu dilleri besleyip sonraki yüzyıllara ve günümüze miras bırakan Eskiçağ kültürünün / kültürlerinin; edebiyatının / edebiyatlarının iyi anlaşılması gerekiyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarının sembol isimlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1930’larda Fransızcadan yapmış olduğu Horatius çevirisinin başında dile getirdiği şu sözler dikkat çekicidir: “… size Horatius’un tam bir tercümesini yapmış olduğumuzu iddia edemeyiz. Doğrudan doğruya Latinceden, bir kardeş dil olan Fransızcaya yapılmış tercümelerde bile tam manasını ifade edecek sadık bir tercümeye rasgelmek mümkün değildir. Bunun en açık misali elimizde bulunan muhtelif tercümelerin mana itibarile, çok defa, birbirini tutmadığıdır. İmdi, bu kitabı okuyacak Türk karileri bu sahifelerde Horatius’un ancak soluk bir gölgesini bulacaklardır. Lakin bu gölge soluk bile olsa gene büyük Latin şairinin, asırların öteyakasından bize kadar uzanan, ruhunun renklerinden ve parıltılarından bir şey saklamaktadır. Bu tercümelerde şairin sesini duymak mümkün değilse bile duygularına ve fikirlerine ve hatta yaşadığı devirle, bulunduğu yerin havasına sokulmak pek mümkün ve kolay olacaktır. Şimdiye kadar, ne Latin ne Yunan, hiçbir eski şairin atmosferine alışmamış olan bir Türk için bu kadarı bile klasik kültüre doğru mühim bir adım sayılmak lazımgelir. Bizde de, bütün medeni memlekerde olduğu gibi âlim humanistler yetişinceye kadar bununla kanaat etmek bir zarurettir.”[55]

Yukarıda bu uğraşın Cumhuriyetimizle ve Tercüme faaliyetleriyle birlikte nasıl bir anlam kazandığını aktarmaya çalıştık. Bu uğraş kapsamında Klasik Filoloji bölümleri gerek her sene artan bir şekilde yetiştirilen öğrenci sayısıyla gerekse sunulan bilimsel yayınlarla bu uğraşı sürdürmektedir. Bu kapsamda yapılan çalışmalardan biri de editörlüğünü İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı başkanı Prof. Dr. Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in, basımını ise Kabalcı Yayınevi’nin üstlendiği ismi ile müsemma Humanitas Yunan ve Latin Klasikleri’dir.

Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken bu serinin doğuşunu şöyle aktarıyor: “Yunan ve Latin Klasiklerinin dilimize kazandırılma sürecindeki Tablo’ya, güneşin yer yer aydınlattığı taraftan baktığımızda, bizlere asıl yol gösteren ve olması gereken yöntem bilgisini aşılayan, bilgisini kalemine katarak zoru başarmış hocaların ve meslektaşların çalışmaları olmuştur. Yunan ve Latin yazarları deyince ülkemizde ilk akla gelen ve bir çırpıda sayılan Homeros, Hesiodos, Vergilius, Platon, Aristoteles, Cicero, Seneca, Horatius, Catullus, Martialis, Demosthenes, Sophokles, Euripides ve özellikle son yıllarda Diogenes Laertios gibi üstatlar tanınmış ve sevilmişse, bu aşamada onların emek ürünü yapıtlarının büyük rolünü kimse yadsıyamaz. Bütün Yunan ve Latin Edebiyatı düşünüldüğünde, sayıca çok az da olsa, çeviri tarihimizin değişik dönemlerinde dağınık ve tek tek yayımlanmış da olsa, bu yürek işi çeviriler olmasaydı, dil ve düşünceyi böylesine ahenkle birbirine dokumuş binlerce klasik yapıt, eski püskü raflarında bir gün birisinin gelip de bir arkeolog titizliğiyle incitmeden tozlarını silkelemesini bekleyecek, onlarla tanışmaya kimsenin gönlü yetmeyecekti!

Derinlere indikçe kavradığımız ve olumsuzu aynı anda olumluya dönüştürebilecek kadar ilginç bulduğumuz bu canlı ve dinamik çevirici sürecine kuşatıcı bir bakış açısıyla bakmak için yükseldiğimizde, asıl çarpıcı gerçekle karşılaşırız: Ülkemizde bu alanda hep sil baştan başlamış olan çeviri uğraşısına ve böyle bir uğraşının getirdiği ağır yüke karşın, Yunan ya da Latin Klasikleri hiçbir zaman tamamen bir kenara atılıp terk edilememiştir. Edebiyatın, sanatın ve felsefenin özündeki kültürlerüstü soluklanmaya duyulan açlık, olmazsa olmazın keşfedilmesine yol açmış olacak ki, ortak bir kaygı hep diri tutulmuş ve insan zihninin bu çok yönlü besini hep yeniden ışığa kavuşturulmuştur. Terentius Maurus’un şu sözleri ne kadar yerinde: “Pro captu lectoris habent sua fata libelli= Kitapların yazgıları okuyucusunun algısına göre belirlenir!” [56]

İşte, Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri Serisi’ni doğuran neden bu, Klasik’lerin yazgısına ortak olmak! Hem de konunun uzmanları tarafından, ilk kez bir seri halinde Yunanca-Türkçe ve Latince-Türkçe iki dilli metinler olarak! Hatta ülkemizde alışıldığı şekliyle dünya klasiklerinin yanına ilişmiş olarak değil, kendindeki özgün değerlerle batı edebiyatına öncülük ettiklerine göre, apayrı edebi bir seri halinde! Dünyadaki iki dilli klasik baskı örneklerinin bir seri halinde yayımlanmasının biraradalığının yarattığı gözkamaştırıcı klasik kültür manzarası düşünüldüğünde, Yunan-Latin Klasiklerinin bu şekilde yayımlanmayı çoktan hak ettiği açık! Her bir klasiğin güvenilir özgün baskıları dururken ve bunları Türkçe’ye çevirebilecek birikimli ve dinamik bir ekip söz konusuyken, daha önce Fransızca’dan, İngilizce’den, Almanca’dan vs. çevrilmiş örnekleriyle zihinlerin karışmasının artık anlamı yok. Herkesin bildiği klasik Yunan ve Latin yazarlarının yanında, Türk okuyucusuyla hiç buluşmamış ve özgün edebi tatlarını çoğunluğa hissettirememiş birçok klasik yazar kapıya kadar gelmişken, geri döndürülmemeli. İnsan ruhunun en kuytu köşelerini bütün çıplaklığıyla gösterebilen bu edebiyatların çeviri arenasındaki dağınıklık artık toparlanmalı. Çünkü ilkin biçimselmiş gibi görünen bu dağınıklık, arkasında gittikçe büyüyen ve ustaca şekillenen düşünsel bir ışıksızlık geliştirir. Bu ışıksızlık, yüzyılların tozunu yemekten ve bakımsız kalmaktan olması gerektiği gibi serpilemeyen ama bir kültürü kültür yapan en önemli öğeleri, başka deyişle, edebi duyuş, sanatsal bakış ve felsefi düşünmeyi yok eder. Bu kayıplar düşünsel uğraşıya kendini adayan nice insanın ruhunu olanca sıkıntısıyla rahatsız edecek konulardır ve kesinlikle etmelidir!

Yunan-Latin Klasikleri, Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri Serisi adıyla ölümsüzleşmeyi umut eden görkemli bir klasik seride yayımlanmayı hak ediyor! Çünkü batı dili ve edebiyatıyla, sanatıyla, tarihiyle, hukukuyla, felsefesiyle, tıp tarihiyle ve ayrıca klasik arkeolojiyle uğraşanların ana sermayesi onlar; doğu edebiyatıyla ve felsefesiyle uğraşanların da kültürel karşılaştırma yapacakları ana kaynaklar![57] Her biri, yeryüzünde insan varoldukça sarsılmayacak bir kavram olan humanitas’ın [58] (insancılık) anlamındaki bölünemezliği sindirmiş içine. İnsana, insan olmaya, insanın duygularına ve eğilimlerine derin saygının dile getirilişidir, humanitas! İnsanın, insan olduğu için önce kendisine, sonra başkalarına duyduğu sorumluluğu, insanseverliği, kibarlığı, nezaketi simgeler, daha da önemlisi insana yakışan düşünsel terbiyeyi, kültürü, davranışlarda ve dilde zerafeti, inceliği, zarifliği ve saflığı. Bütün özüyle özgür eğitimin kendisidir aslında, bütün varını yoğunu yitiren insanın, kendisinden alınamayacak tek gerçek mülkünü simgeler. Yaşadığı kent savaşta düşman kuvvetlerin eline geçip de evi talan edilen felsefeci Stilpo’dan, yitirdiği bütün eşyaların bir listesini çıkarması istenince o, kendisine ait olan hiçbir şeyi yitirmediğini, çünkü aldığı özgür eğitimi hiç kimsenin kendisinden çalamayacağını belirtirken[59] ; Sokrates’in bir öğrencisi olan Aristippos, “cahil biri olmaktansa, dilenci olmayı yeğlerim. Çünkü dilencinin parası yok, ama cahilin insanlığı yok,”[60] derken bu eğitim tarzını naif, ama ne kadar etkin şekilde dile getirmiştir! Yazarına, sanatçısına, düşünürüne duyduğu saygıyı, onu ölümünden sonra bile Elysium bahçelerinde konuk etmesiyle kanıtlayan bir anlayışın, humanitas’ın yarattığı edebiyat, ancak anlam zincirindeki bütünsellik kavrandığında bir değer kazanır. Bu bütünsellik, humanitas’ın bir uzvu olan klasikler dağınıklıktan kurtarılıp kolu bacağı tamamlandığında, gözümüzün önüne bir seri halinde sıralandığında gerçekleşir. Yunan-Latin klasiklerini oluşturan mitolojiler, destanlar, lirik şiirler, trajediler, felsefeler, hukuksal, tarihsel ve bilimsel yaratıların hepsi doğaya ve kendini tanımaya duyulan derin bir tutkunun dile getirilişidir, insanca bir merak ve sorgulama, sessiz ve derinden ta iliklerine kadar birey olduğunu duyumsama, ölümsüzcesine sürgit düşünme ve yaşama, hayalgücünün sınırlarını zorlama ve bundan alınan görkemli hazdır. Bu haz, ancak bir klasik kitabın her sayfasında buluşan yazar ve çevirmenin iki dilin kendine özgü duyuşuyla sohbete başladıkları an kültürlerarası bir anlam kazanacaktır.

Klasiklerin Yunanca-Türkçe ve Latince-Türkçe karşılıklı metinler halinde biraraya getirilmesi bir başka gerçekliğe daha imza atacak ve eski bir kültür dilinin, yaşayan dilimizle karşılıklı sohbeti, bize Türkçe’nin sahip olduğu derin anlam yükünü gösterecektir. “Dil, düşüncenin evidir,” diyen Heiderger’e kulak verip klasik bir yazarın evine konuk olan her çevirmen, o evin mythos, epos, logos sofralarından aldığı payı Türkçe’ye aktardığında, insan zihninin gelişim aşamalarında ortaya çıkan her bir kavrama, tam ya da yakın bir karşılık bulunabileceğini tanıtlayacaktır. Hepimizin zihnimizi fazla yormak istemediği zamanlarda yaptığı gibi, “Bu eski dillerin Türkçe’de karşılığını bulmak zor canım!” Ya da, “Yok işte bu sözcüğün Türkçesi!” diye kestirip attığımız ifadelerin, biraz uğraşıldığında Türkçe’de bulduğu yanıtla soluklanması dilimizin gücüne duyduğumuz saygıyı arttıracaktır. Yüzeysel yakınmaları bir tarafa bırakalım! Gören bir göz zarif dilimizin ve bizi bir açık hava müzesinde yaşatan zengin kültürümüzün günümüzde yaşamayan birçok yabancı kültür diline sözcük, terim ya da kavram oluşturabilecek kadar yaşanmış, işlenmiş, her şeyin ötesinde yeniliğe açık ve heyecanlı bir yapısı olduğunu anlar. Yeter ki, Cato’nun “rem tene verba sequentur =sen konuya hâkim ol, sözcükler nasıl olsa arkadan gelir,” deyişine kulak verip çevrilecek konunun kültürel hâkimiyetine sahip olmayı göze alalım. Çünkü kökeni Latince cultus sözcüğüne dayanan kültürün anlamı, bu özenli ve yoğun çabayı gerektirecek kadar derin, şaka kaldıramayacak kadar da ciddi bir konudur. Cultus’un türediği colo fiilinin ilk anlamının bir tarlayı ya da bahçeyi özenle ekip biçmek olduğu bilindiğinde ve buradan hareketle cultus’un anlamlarının da toprağı işleme, ekip biçme, yetiştirme; alın teri dökerek emek verme, çalışma, gayret sarfetme, sıkıntı çekme olduğu anlaşıldığında, kültürel hâkimiyet için gösterilmesi gereken çabanın büyüklüğü olanca heybetiyle ortaya çıkacaktır.
Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri Serisi kültürel bir miras olmak için doğuyor.”[61]


NOTLAR

1. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi I, Sf.30., Cumhuriyet G. Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yay., Aralık 1998.
2. Ankara Üniversitesi, DTCF.
3. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Klâsik Filoloji Bölümü'nün kuruluşunu gerçekleştiren veya bu aşamada katkıları bulunan bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Georg Rohde, Prof. Fazıl Nazmi Rükün, Prof. Hamit Dereli, Prof. Dr. Samim Sinanoğlu, Doç. Dr. Azra Erhat ve son olarak da, 1999 Ağustos'unda Prof. Dr. Suat Sinanoğlu ebediyete intikal etmişlerdir. Prof. Dr. Müzehher Erim, “Klasik Filolojinin Önemi ve Türkiye'de Kuruluşu”, Arkeoloji Ve Sanat, Sf.27-30, S.94, Yıl:22, Ocak-Şubat 2000.
4. S. Sinanoğlu, a.g.e. I, Sf.32, 1998.
5. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, Sf.91, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, 5. Baskı, 1997. “Kültür Hakkında”, 29.10.1923, Fransız muharriri Maurice Pernot’ya demeç.
6. İstanbul Üniversitesi, Latin Dili ve Edebiyatı.
7. Prof. Dr. Bedia Demiriş, “Klasik Filoloji: Tanımı ve Sınırları”, Lucerna: Klasik Filoloji Araştırmaları, Sf.31, İstanbul 1996.
8. Ekrem Akurgal, Türkiye’nin Kültür Sorunları ve Anadolu Uygarlıklarının Dünya Tarihindeki Önemi, Sf.50, Bilgi Yayınevi, Birinci Basım 1998 (Cumhuriyet, 29 Nisan 1976).
9. Macit Gökberk, Değişen Dünya Değişen Dil, Sf.8, Çağdaş Yayınları, 1980.
10. M. Erim, a.g.e., 2000.
11. Prof. Dr. Güler Çelgin, Eski Yunan Edebiyatı, Sf.9 (Önsöz), Remzi Kitabevi, Büyük Fikir Kitapları Dizisi: 94, İstanbul, 1990.
12. S. Sinanoğlu, a.g.e. II, Sf.73-74, 1998.
13. G. Çelgin, a.g.e., Sf.9, 1990.
14. Jacques Le Goff, “Avrupa’yı Kurmak” başlıklı sunuş yazısından: Umberto Eco, Avrupa Kültürü, Sf.11, Yeni Binyıl.
15. S. Sinanoğlu, a.g.e. II, Sf.62, 1998.
16. S. Sinanoğlu, a.g.e. II, Sf.63, 1998.
17. S. Sinanoğlu, a.g.e. III, Sf.45-46, 1998.
18. Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken, Latince Deyişler ya da Yaşamın Renkleri, Sf.9, Homer Kitabevi, 1. Basım 2004.
19. B. Demiriş, Sf.32-33, 1996.
20. Bülent İplikçioğlu, “Antik Edebi Türlerin Tarih Araştırmalarına Katkıları”, Lucerna: Klasik Filoloji Yazıları (Haz. Erendiz Özbayoğlu), Sf.9, Eren Yay., İstanbul 2004.
21. Prof. Dr. Müzehher Erim, İşte Şair Catullus, Sf. V (Sunuş),Kültür Bakanlığı, Ankara 1998.
22. Vedat Günyol, Yeni Türkiye Ardında, Sf.184, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1976.
23. Azra Erhat, Sevgi Yönetimi, Sf.268-269, Çağdaş Yayınları, 1978; (“Tercüme Bürosu”, Yeni Ufuklar, 1975).
24. S. Sinanoğlu, Sf.35, a.g.e. II., Sf.35, 1998.
25. A. Erhat, a.g.e., Sf.275, 1978.
26. Suat Yakup Baydur, Dil ve Kültür, Sf.121-122, Yeni Gün Haber Ajansı, Ekim 1999.
27. V. Günyol, a.g.e., Sf.12, 1976.
28. Entelektüellik iddiasında bulunanların bu kültürlere yabancı kalıp, batı dünyası kapsamında kültür ve toplum üzerine analizlerini neredeyse bu kültürleri kendi dilleriyle ve kendilerine özgü zihniyetiyle değerlendir(e)meden açıklayabilme cüretini göstermeleri sadece geçmişin değil bugünün de problemidir.
29. S. Y. Baydur, a.g.e., Sf.122, 1999.
30. S. Y. Baydur, a.g.e., Sf.126, 1999.
31. Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, “Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri Dizisi” http://www.kabalciyayinevi.com/Data/humanitas.doc .
32. S. Y. Baydur, a.g.e., Sf.126-127, 1999.
33. Tansu Açık, “Yunan Latin Edebiyatlarında Bilançoya Doğru”, Sf.33-44, Lucerna: Klasik Filoloji Yazıları (Haz. Erendiz Özbayoğlu), Eren Yay., İstanbul 2004.
34. T. Açık, a.g.e., Sf.40-41, 2004.
35. M. Gökberk, Sf.83, 1980.
36. M. Gökberk, Sf.86, 1980.
37. M. Gökberk, Sf.86, 1980.
38. A. Mattelart, Sf.33, 2005.
39. J. Ferguson, p.11, 1823
40. J. Ferguson, p.12, 1823
41. J. Ferguson, p.12, 1823
42. J. Ferguson, p.12-13, 1823
43. J. Ferguson, p.13, 1823
44. M. Behr, p.207, 1858.
45. T. S. Grimké, P.129, 1831.
46. R. D. Chessick, p.43, 2006.
47. Buna karşılık olarak Mustafa Kemal Atatürk şöyle demiştir: “Türklerin asırlardanberi takibettiği hareket, devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük… Fakat vücutlarımız şarkta ise fikirlerimiz garba doğru müteveccih kalmıştır.” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, Sf.91, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları:1, 5. Baskı, 1997. “Kültür Hakkında”, 29.10.1923, Fransız muharriri Maurice Pernot’ya demeç.
48. Ömer Naci Soykan, Arayışlar: Felsefe Konuşmaları -1, Sf.251, Küresel Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 1998; E. Husserl, Die Krisis der eurpaeischen Wissenschaften und die transzendentale Phaenomenologie, Hrsg. Von W. Biemel, 2. Auflage, Haag, Martinus Nijhoff, Photomechanischer Nachdruck 1976.
49. M. Erim, Sf.27-30, 2000.
50. M. Erim, Sf.27-30, 2000.
51. http://getir.net/7qc ; http://getir.net/7qd . İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Eskiçağ Dilleri Bölümü, Eski Yunan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı / Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı.
52. Ficino, Epistulae i. Fol.641: “homo dicitur ab humo”. Ya da bkz. J. G. Robertson, Robertson's Words for a Modern Age: A Cross Reference of Latin and Greek Combining Elements, p.70, Senior Scribe Publications, 1991. Buna karşılık yine Ficino’da bu çıkarım yerilir. Epistolae v. fol. 805: “(humanitatem) cave ne quando contemnas forte existimans humanitatem humi natam. Est enim humanitas ipsa praestanti corpore nympha, coelesti origine nata Aetherea ante alias dilecta Deo.” Bkz. Ernst Cassirer, The Individual and the Cosmos in Renaissance Philosophy, (tr. Mario Domandi) p.96, Courier Dover Publications, 2000; E. F. Kaelin, The Unhappy Consciousness: The Poetic Plight of Samuel Beckett: An Inquiry at the Intersection of Phenomenology and Literature, p.132, Springer, 1981.
53. E. C. Condillac, İnsan Bilgilerinin Kaynağı Üzerinde Deneme, Sf.337, Çev. M. Katırcıoğlu, MEB Yayınları, İstanbul 1992.
54. J. Michelet, Rönesans, Sf.353, Çev. K. Berker, MEB Yay., İstanbul 1989.
55. Horatius (Horas), Ode’ler – Epod’lar – Hicviyeler – Nameler, Sf.I-II, Çev. Y. K. Karaosmanoğlu, Devlet Matbaası, İstanbul 1931.
56. Terentius Maurus, De Litteris, Syllabis et Metris, 258
57. Karşılaştırmalı çalışmadan söz etmişken, Doğu Edebiyatının büyük klasik yapıtlarının ve özellikle yorumlu olanlarının çevirisinin de ülkemizde aynı dağınık yazgıyı paylaşması özellikle akademik düzeydeki karşılaştırmalı edebiyat çalışmalarının gelişmemesinde ve topluma ulaştırılmamasında en önemli etkenlerden biridir ve bu sancılı durumu da belirtmeden geçmemek gerekir.
58. Yunanca, Paideia
59. Diog. Laert. 2.115
60. Diog. Laert. 2.70
61. Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, “Humanitas: Yunan ve Latin Klasikleri Dizisi” http://www.kabalciyayinevi.com/Data/humanitas.doc.

C. Cengiz Çevik